18 Kasım 2010 Perşembe

32.Gün (yok yok, 32.yaşgünüm)

Yaş günü yazıları yazmak bende artık neredeyse adet oldu. Aslında bu bilançoyu zaten hep içimden yapardım: “bu sene nasıl geçti, bana neler kattı, neler götürdü..” gibi. Bu aynı zamanda ileriye dönük planlarım için de bana doneler verir. Örneğin geçen seneki yaş günü yazımı oldukça iyi hatırlıyorum. Doğumgünüm pek de istediğim gibi geçmemişti. Çevremdeki herkesi kendimden uzaklaştırdığımı ya da kendimi onlardan uzaklaştırdığımı acı bir şekilde farketmiştim. Bu seneki doğumgünümde güzel olan bir çok kutlama mesajı almamdı. Yani facebook’tan, telefonla ya da farklı çevrelerden bir sürü doğumgünü kutlaması geldi. Bazıları hiç beklemediğim, bazıları da kesin arar dediğim kişilerdendi. Kısacası sanki herkes geçen seneki yazımı bir şekilde okumuş ve bu sene beni yalnız bırakmak istemiyor gibiydi. Yalnız olmadığını bilmek gerçekten güzel bir duygu. Bu seneki doğumgünümün belki de en güzel kısmı buydu. Dürüst olmak gerekirse, geçen sene yazdıklarımı da düşünerek, aslında bir yıl boyunca arkadaşlarıyla (çoook) yakından ilgilenen ve onları ihmal etmeyen bir Orçun yoktu 31 yaşı boyunca. Yani ben bu ilgi, alakayı hak edecek bir şey yapmamıştım. Öyleyse değişen ne olmuştu? Bir ara şöyle bir yanılsamaya bile kapıldım; “hepsi doğumgünü yazımı okumuş ve benim için üzülmüş olamazdı, acaba okuyanlar okumayanları arayıp, -Biliyor musun? Bugün Orçun’un doğumgünü. Aramayı unutmayın.. mı demişti.” Sanki geri planda kendi aralarında örgütlenmiş gibilerdi, ki bu da aslında düşük bir olasılıktı. Kim niye bunu görev edinsin, belki bir kaçı, bir kaçına hatırlatıcı birşeyler söylemiştir. Bunda facebook’un da payı büyük tabi: hatırlatarak işi kolaylaştırıyor. Ondan sonrası günün yoğunluğuna, d.günü olan kişiye duyduğunuz sevgiye ve aramak/mesaj atmak için imkanlarınızın sınırlı olup olmadığına kalıyor. Her neyse.. İşin doğrusu ve sanırım en güçlü ihtimal de arkadaşlarımın özündeki iyilikti. Yani ne facebook’un hatırlatması, ne benim geçen yıl yazdıklarım, ne de yıl boyunca yaptıklarım etkili olabilirdi bu beklemediğim yoğunluktaki kutlama için. Ya da hepsinden belki biraz vardı. Ama ben yine de en büyük paye’nin onların kendi kişiliklerinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Belki de gerçekten yaşlanıyorum.. Bu yalnız kalma korkusu ve doğumgünlerini daha kalabalık kutlama isteği belki de bundan. Belki bu yüzden çok minnet doluyum doğumgünümde kutlayanlara karşı.

Bu sene şöyle birşey daha düşündüm: zaten boş-beleş insan sevmem çevremde pek. İnsan konusunda seçici davranırım genelde. Güvenimi kazananlara sınırsız sevgi beslerken, yeni tanıdığım ve kişiliğini tam çözemediğim, samimi olmayan, dürüst olmayan veya hayatı tek yönlü yaşayanları da mümkün olduğu kadar uzaktan izlemeye çalışırım. Mutlaka herkesten öğrenilecek bir şeyler vardır ama her şeyi mutlaka birinden öğrenmeye gerek yoktur. Bilmem anlatabildim mi? Uzun lafın kısası dostlarıma ve arkadaşlarıma baktığımda hemen hepsinin farklı şekillerde erdemli, çok yönlü ve donanımlı olduğunu gördüm. Bu da çevremde ne kadar güzel bir kitle olduğunu düşündürdü. Kısacası şanslıydım. Sonra sosyolojiden bir konu geldi aklıma. İnsanın temel kişiliğinin bebekken oturduğu, ilk terbiyenin ailede verildiği, eğitimin okul vb. eğitim kurumları veya gündelik hayat yoluyla ve kişinin öğrenme kapasitesiyle olduğu, bu unsurlar içinde de kişisel gelişimi en çok etkileyenin çevre olduğu konusu. Bugün geldiğim noktadan, olduğum kişiden oldukça memnunum. Bunda da en çok çevremdekilerin etkili olduğunu biliyorum. Bu yüzden hepinize sadece doğumgünümü hatırladığınız için değil, beni bugünlere taşıdığınız için de minnet duyuyorum. Bir başka deyişle; doğumgünümde topluca aramış olmanız beni size hatırlatmasından çok, sizleri bana hatırlattı. Teşekkür ederim.

Her bilanço defterinde olduğu gibi artıların yanında eksi bakiyeler de mevcut tabiki. Mühim olan kasanın daima artı bakiyede kalması. Yani iflas etmemek. 31 yaş defterini kapatırken defterin eksi tarafında iki önemli kalem vardı. Birincisi doğumgünümü tüm sevdiklerimle beraber kalabalık kutlamayı istememdi. Bunun için herkesi davet ettiğim güzel bir geceyi aslında benim düzenliyor olmam gerekirdi. Ama ben öyle bir çabaya girmedim. Aslında giremedim biraz da.. Çağırmayı düşündüğüm arkadaş gruplarım birbirinden o kadar bağımsız, hatta kimi zaman kendi içlerinde de ayrılıkları vardı ki, bir araya gelemeyecek parçalar içeriyordu. Evli ve çocuklular için ise bu neredeyse yine imkansızdı. Bu da kalabalık kutlamayı imkansızlaştırdı. Orada benim bir suçum olmadığını düşünüyorum. Ya da en azından elimden gelen hiçbir şey yok. Sebep ve sonuç ne olursa olsun, arkadaş gruplarımın birbirinden uzaklaştığını ve bir araya toplayamayacağımı görmüş oldum. Bu denli kopmalar olmasın isterdim ama sırf ortak paydaları benim diye de yanyana bulunmak istemeyenleri de bir araya toplayamazdım. Toplayamadım da.. Bu birinci eksi için dediğim gibi elimden gelen bir şey yok aslında. Tamamen benim dışımda gelişen ve sadece bir tespit olarak eksi bakiyeye yazılmış durumda.

İkinci eksi ise direk beni ilgilendiriyor. Yaşın da ilerlemesiyle bir şeylere geç kalınmışlık hissinin perçinlenmesi. Hayatının her noktasını planlayarak yürütmeyi seven ve hayatının kontrolünü elinde tuttuğunu sanan benim gibi biri için bu tabiki kötü bir his. Tamam itiraf ediyorum: (yakın çevremdekiler zaten bilirler) 30’umun başlarında baba olmayı yine “bazı şeylere geç kalmamış” olmak adına istiyordum. Çünkü çocuğum büyüdüğünde yaşlı bir baba değil, olgun bir baba olmak istiyorum. Yani lisede veli toplantısına katıldığımda siz dedesi misiniz demelerini istemem. Bunun için (en azından 30’lu yaşların başı için) artık çok geç olduğu ortada. Maçta ilk çeyreğin bitmesine de az kaldı. Bir yandan seçicilik had safhada, bir yandan geç kalıyorum diye acele edip hata yapma olasılığının yüksek olması korkusu.. Diğer yanda ise “ömür boyu mutluluğun” kelimenin tam anlamıyla ömür boyu olması isteği ve çevrede buna uygun birinin aday adayı olarak bile ön elemelere henüz girmemiş olması.

Geç kalmak ya da kalmamak işte bütün mesele bu.

16 Kasım 2010 Salı

Adam bu işin kitabını yazarım dedi Facebook'u çıkarttı...

Social Network (Sosyal Ağ) filmini izledim şimdi ve yorumlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Öncelikle film benim de ilgimi çekmiyordu. Yani birinin parayı vurmuş olmasının neresi ilginç olabilir, üstelik hikayenin ilginç bir örgüsü olamayacağını düşünüyordum.


Öte yandan bir çoğumuzun yaptığı gibi “ulan herife bak, bu yaşta bu para.. ben de zengin olmak istiyorum.. facebook benzeri bir proje yapsam da ben de zengin olsam..” diye düşünüyordum. Biraz da mesleki olarak meseleye yakınlığımdan aslında mesleki hatta akademik olarak da ilgilenmiyorum desem yalan olur. Yakın çevrem bilir. Master’daki bitirme projemi facebook’la ilgili merak ettiğim bir kaç konudan birini araştırarak yapmayı planlamıştım. Yani filmi izlemek bence de çok çekici olmasa da biraz da zorunluluktan izledim ve kendimce çarpıcı sonuçlara vardım. Sandığımdan çok daha ilgi çekiciydi. Filmle ilgili yorumlarıma en son değineceğim ama önce sizin de kafanızı gıdıklayacağını umduğum bazı noktalara değinmek istiyorum: projede değinebileceğimi düşündüğüm kısımlar..

Beni ilk meraklandıran bir sürü arkadaşlık sitesi dururken neden facebook? Neden bu kadar ileri gitti.. İnsanlar diğer sitelerde nickname ve gerçek foto kullanmazken neden facebook’a bu kadar ve birden bire güvendi. Diğer arkadaşlık veya sosyal ağ sitelerinden farkı neydi..

İkinci nokta ise bugün hemen her yerde gördüğümüz şekilli F ve T harfleri. Yani herhangi bir gazete, haber veya video gibi sitelerde Facebook’ta paylaş, Twitter’da paylaş linkleri. Facebook’un bu linklerin konulmasından para talep ettiğini sanmıyorum. Etseydi geliri birden bir kaç katına katlayabilirdi. Ama pazarlama ve reklamda tersine bir akış işliyor gibi geliyor. İnternetin ilk zamanlarında bir yerlere link verebilmek için siteler talepte bulunurdu. Ne kadar çok yerde linki varsa o denli değerli ve reklam gücü yüksekti. Şimdi tersine işleyen ise, facebook’ta sayfa bulundurmak, oraya atıfta bulunmak diğer sitelerin istediği bir şey. Yani facebook istese o kadar link bulunduramazdı dünyanın dört bir tarafında. Ama şimdi insanlar gönüllü olarak facebook’ta paylaş linkleri ekliyorlar sayfalarının en görünür, en önemli kısımlarına.. Çünkü olup olabilecek tüm hedef kitle onların elinde. Bu neredeyse tekelcilik. Her neyse.. Bu farklı bir tartışmanın konusu. Yine de bu ilk iki madde konusunda uzun veya kısa bu yazıya yorum yaparsanız sevinirim. Fikirlerinizi duymaya ihtiyacım var. Zira projemin konusunu netleştirdiğimde veya bir noktada yine facebook üzerinden anket ve/veya araştırma yapabilirim.

Filmle ilgili yorumlarıma gelince, beklemediğim halde yukarıdaki özellikle 1.soruya büyük ölçüde cevabımı aldım diyebilirim. Mark Zuckerberg gereğinden fazla dahi ama bir o kadar da winner yerine loser olarak gösterilmiş. Yani göklere mi çıkartmışlar, yerlere mi indirmişler bilemedim. Filmde eksikler olduğunu düşünüyorum. Bildiğim kadarıyla Microsoft da Facebook hissedarlarından ama filmde hiç geçmemiş. Nasıl zengin olduğu, olunduğu ve facebook’un oluşum süreci güzelce anlatılmış. Hikaye örgüsü yoktur diyordum. Detaylı ve alışılagelmiş bir hikaye olmasa da yine de bir hikaye örgüsü var. Benim gibi araştırmacı veya belli bir hedefle izliyorsanız gayet keyifli bile diyebilirim. Bence içinde bulunduğumuz (sizin de bu yazıyı facebook üzerinden okuduğunuzu varsayıyorum) her şeyi sorgulamamız gerek. Yani arı bal yapıyor, çünkü doğasında var demek yerine nasıl yapar, neden yapar, biraz daha derinine inmenin iyi olduğunu düşünüyorum. Hepimiz her gün neden burdayız, ne kadarı özel hayat, ne kadarı genel.. kimlerle neyi ne kadar paylaşabilirim. Burada yazıyorum ama patronum okur mu? Okursa ne düşünür.. Dahası politik bişey yazdım acaba içeri atılır mıyım? Bu bir suç mu? Türkiye’de bunların yasal düzenlemeleri henüz netleşmediği veya kimse emsalini duymadığı için bilmiyor tabi. Başka.. Facebook nereye kadar popülaritesini devam ettirir. Diğer herşey gibi sıradanlaşır ve unutulur mu.. Yoksa kemikleşir dünyanın fihrist’i sarısayfaları, devletlerin zorunlu koştuğu ama çoğunluğu gizli bölümlerden oluşan bir veritabanına mı dönüşür. Neye dönüşürse dönüşsün şu anda çok büyük bir potansiyeli olduğu açık. İlk Google başlatmıştı, yaptığınız aramaya göre nokta atışı reklamlarla reklamcının vermek istediği mesajı direk hedef kitleye ulaştırma olayını. Örneğin; kayak yazdınız, hatta Türkiye’den Ankara’dan kayak kelimesini aradığınız için sağda hemen Ankara’daki bir spor mağazasının indirim fırsatı ilanı çıktı. Ya da son günlerde en çok aranan kelimeye göre firmalar kampanya düzenleyip, belki o sanatçıyı, o şarkıyı jingle olarak kullanabiliyor.. Facebook ise çıtayı bir sıra daha yükseltmiş durumda. Artık sizinle ilgili çok daha fazla özel bilgi zaten ellerinde. Sizin açtığınız sayfalara bebek büyütme veya alplerdeki kaya tırmanışı reklamları değil, yine ilgi alanlarınıza özel reklamlar dönüyor. Temel işi fotoğraf olan siteler bile kotalı fotoğraf yüklenmesine olanak tanırken facebook’un sınırsız fotoğraf konmasına ve tag’lemeye açık olması.

Çok akıllılar.. Çok akıllıca yaklaşıyorlar. Bence facebook rakiplerinin de yaptığı bir çok şeyi bünyesine katmış ve işi başarıyla yürütüyor. Soru, nereye kadar insanların ilgisini kaybetmeden ilerleyecek. Yerini alabilecek başka bir şey var mı? Genel olarak her türlü yorumunuza açığım. İsterseniz özelden yazışalım, iletişelim.. Yorumlarınızı bekliyorum. Vakit ayırdığınız için şimdiden teşekkürler.