28 Eylül 2010 Salı

Dönüm noktası..

Yazı yazmak benim için bir ihtiyaç. Sık olmasa da iyi bir dışavurum, iyi bir anlatım aracı. Ama anlatılanın okunabilmesi için yazının da belli bir doyuruculuğa ve güzel bir üsluba ihtiyacı var. Bunların olabilmesi için ise kişinin önce belli bir doluluğa gelmesi şart. Yani bazen öyle anlar oluyorki, bir çırpıda oturup, bir nefeste yazıveriyorsun. Aklından geçtiği gibi tüm cümleleri sıraladığında güzel bir anlatım çıkıyor ortaya. Her zaman böyle olamıyor malesef.


Bu aralar tam da bu şekilde bir dönüm noktasında olduğumu hissediyorum.

Hissediyorum, hissediyorum ama bir türlü o kelimeler dökülmüyor parmaklarımdan yazıya. Toparlayamıyorum, anlatamıyorum. Kendim de anlayamıyorum sanırım. Biraz da bu yüzden. (Yazı zaten biraz da kendini çözmeye yarıyor.) Hayatımı üzerine kurduğumu sandığım temel taşlar yerinden oynuyor. Değişiklik iyidir, adaptasyon iyidir, bazen de yenilenmek gerekir diye kandırıyorum kendimi. Ama dümeni bozulmuş yelkenli gibi rüzgarda savrularak ilerliyorum, önümü görmeden. En azından öyle zannediyorum. Öyle bir noktadayım ki, sanki iyi birşey yapsam herşey çok güzel olacak, kötü birşey yapsam çok kötü.. Hangi tarafın karanlık olduğunu da seçemiyorum. Güzel gelen herşey kötüyse bu boşvermişlik içinde aslında kötüye meyl ediyorum. Yok, güzel olan, keyif veren aslında iyi bişeyse, iyi bir yönde ilerliyorum. Tek bildiğim daha anlık yaşadığım.

Örneğin bir insan neden hep en iyisini, en doğrusunu yapmak ister. Ya da kendi hakkında başkalarının ne düşündüğünü neden önemser. Bu, "toplum ne düşünür?" "arkadaşlarım ne der?" gibi bir korku değil. Birebir iyi bir insan olma isteği. Yani kaç kişi ben öldükten sonra da arkamdan kötü konuşulmasın, düşünülmesin ister ki? Tamam sevmediklerime kendimi sevdirme çabam yok, ama nötr olduklarım bile beni farklı tanımasın, kötü bilmesin... Çevremizdekileri kırarken bile ben bunu bunu yaptım ama aslında şöyle bir gerekçem vardı veya olaylar göründüğü gibi değil, bak bunun arkasında böyle şeyler de var diye kaç kişi açıklama yapmak ister. Ben sürekli kendimi bu çaba içinde buluyorum. Birilerine kendimi iyi anlatma, iyi gösterme çabası. Karşındaki de umursamıyorsa yoruluyorsun zaten kısa süre sonra. İnsanlar genel olarak bencil yaratıklar zaten. Kimse aslında karşısındaki için değil, kendi için yaşıyor. Bunu da biliyor ama söylemiyor. İşte benim deminden beri anlattığım, hayatımı üzerine kurduğumu sandığım sallanan yapı taşları bunlar. Hep kendimi iyi gösterme çabasındaydım. Bazen yoruldum, bazen boşa kürek çektiğimi gördüm ve vazgeçtim. Ben de bencil olabilirim. Ben de hayatımı sadece kendim için yaşayabilirim, dedim... ve dediğim noktada bencilce hareket edebileceğimi de gördüm. Bir de bunu denemek istedim. Bakalım sadece kendin için yaşar, insanları da bir anlamda! kullanmaya kalkarsan neler oluyormuş, görmek istedim. Tabi kap kalıba uymayınca rahat edilmiyor. Rahatsız oldum bu durumdan. Sonra da rotamı kaybettim. Ben napıyorum diye kendi kendimi sorgulamaya başladım. Daha ulvi, daha kalıcı, daha yapıcı şeyler olmalı hayatta. Boş bir hevesin peşinden koşmamalı insan. Hep diyorum; bir amacı olmalı ve bu amacına ulaşırken yaptığı herşeyi paylaştığı dostları. Bir de sevdiği ve sevildiği özel biri.. Bu domino taşları hepsi bulmacanın bir parçasını sağlıyor. Amacın yoksa, hedefin yok. Hayat senin için gündelik olmaktan öteye gitmiyor, ki sevinçlerin, yaşadığın mutluluklar bile aslında yavan kalıyor. Tıpkı işi gücü olmayan bir insanın cuma akşamını veya yaz tatilini iple çekmemesi gibi. Diyelim çok parası var ve her istediğini alıyor, yine de mutlu olamaması gibi. İşte bu hayatta amacının olması gerekliliğini basitçe özetliyor. Hedefler seni ayakta ve istekli tutarken aynı zamanda mutluluklarını da katlıyor. Ya da farkındalığını diyelim. İkinci basamak, arkadaşlıklar, dostluklar. Hiç bir Oscar'lı film bilmiyorum ki sadece sen izlemiş olsan ve kimseyle paylaşamasanda, hakkında çok güzeldi denebilsin. Hayat paylaştıkça güzel. En iyi tatile git, en güzel yerleri gör, hiç kıymeti yok, birileriyle paylaşmıyorsan. Paylaşımların en güzeli de tabiki sevgiliyle. Sevginle, sevgilinle paylaşabiliyorsan tüm bunları tamamsın demektir. Çünkü artık, kendi amaçların, kendi dostlukların, kendi mutlulukların ikiye katlanır. Biraz da onun amaçları, onun arkadaşlıkları ve onun mutlulukları için de yaşamaya başlarsın. Beraberinde getirdiği güzelliklerle birlikte zorluklara da katlanabiliyor ve kabullenebiliyorsan, mutluluğun da artık iki katına çıkmıştır.

Tabi bir süre sonra bu denklem unutulur. Resmin bütününden çok detaylarıyla ilgilenir taraflar. Detaylarda boğulup resmin bütününü kaybederler. Hayatın birliktelikle güzel yürüyeceğinden çok zindana döndüğünü düşünmeye başlarlar ki, bu da bütün anlattıklarımın ters kimyasıdır. Yani sonun başlangıcı. Sıfır noktasına, yani kendine dönmeye başlar herkes. Kendi kendime daha rahattım, daha mutluydum, O olmasa şunları yapardım, şüphesine düştüğü an zaten geri sayım başlamıştır artık. Yine bütüne gidebilmek için önce herşeyi sıfırlamak, kendine dönmek ister herkes. Ve yavaş yavaş da öyle olur. Domino taşlarını ufak bir sarsıntıyla ya da bilerek ve isteyerek sallar ve düşürür. Sonra yeniden dizmeye başlar. Önce kendine döner, sonra epeydir görmediği dostlarını aramaya başlar. Sonra da yeniden bütün olacağını umduğu kişiyi aramaya. Bu kısır döngü de inişleriyle ve çıkışlarıyla böyle sürer gider. Benim gibi rahatsızsa arada durup nereye gidiyorum ben diye bakmaya çalışır, bocalar, sonra bir yazı yazar, herşeyi kafasında netleştirir, çözer ve hayatına kaldığı yerden devam eder. :)